ANASAYFA arrow right Ekonomi

TÜİK yoksulluk verileri ne söylüyor?

TÜİK yoksulluk verileri ne söylüyor?
YAYINLAMA: 23 Mayıs 2021 / 17.33
GÜNCELLEME: 23 Mayıs 2021 / 18.41
İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Levent, “Değişen gerçekliğe istatistiksel değerlendirmelerimizi nasıl adapte etmeliyiz?”

* Süratle “Evrensel Temel Gelir” politikasına yönelmektir. Ancak bu şekilde, yani minimum refah seviyesi ile “çalışma zorunluluğu” arasındaki bağı ortadan kaldırarak bu meseleyi ve genel olarak yoksulluğun kronikleşmesini, yani kuşaklar boyunca aktarılmasının önüne geçmeyi sağlayabiliriz.

* Türkiye kabaca beş fonksiyonel bölgede ele alınabilir. En gelişmiş bölge “Doğu Marmara”, yani İstanbul’un doğusundan başlayıp Bursa’yı içine alan Eskişehir’e kadar uzanan coğrafya. İktisadi, sektörel yapı, işgücü piyasasının yapısı bakımından AB’nin Doğu Avrupa’lı ülkeleri ile kıyaslanabilecek seviyede bir bölgeden bahsediyoruz.

*En kötü durumdaki bölge ise, benim “Doğu” diye adlandırdığım, Doğu Karadeniz, Kuzeydoğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden oluşuyor.

Tespitler ve öneriler bu kez İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Levent’ten. Levent, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü'nün (Istanpol) Hazırladığı "Covıd-19 Salgınının Kadınların Çalışma Ve Hane Yaşamı Üzerine Etkileri" başlıklı raporu hazırlayanlardan.

Levent, zaman zaman tartışmaya neden olan TÜİK hane hallkı, istihdam ve gelir verilerini anlatıyor, kadın yoksulluğuna dair yapılması gerekenleri sıralıyor.

Yoksulluk ve işsizlik araştırmalarında TÜİK verileri hazırlanırken nasıl bir yöntem izleniyor? Verilerin “gerçeği yansıtmıyor” iddiası ne kadar doğru?"TÜİK verilerinde çarpıtma yok"

Yoksulluk, işsizlik, enflasyon ve benzeri verilerin hazırlanmasında TÜİK uluslararası standartlara uygun olarak ölçüm yapıyor.

2004 yılından bu yana tüm süreç bir de AB uyum planları çerçevesinde Eurstat ile işbirliği halinde yürütülüyor. Gerek Uluslararası kuruluşlar, gerek Eurostat prosedürel eksiklik veya yanlılık gördüklerinde ilgili veriyi yayınlamazlar.

Özelde Eurostat’ın genel AB bürokratlarının TÜİK hakkında yaptıkları değerlendirmeleri görüşlerini AB ilerleme raporlarından izlememiz mümkün.

En son yayınlanan 2020 yılına ait raporun istatistik bölümünde TÜİK’in sık başkan değiştirmesi ve kurumsal olarak zayıflatılması eleştirilirken, özellikle işgücü istatistiklerinde AB ile yüzde 100 uyum sağlandığının altı çiziliyor. Hanehalkı temelinde gerçekleştirilen anketlerden üretilen istatistikler için de sorun olmadığı söylenebilir.

TÜİK’in idari kayıt kullanımı son 15 yılda düzenli bir artışla yaklaşık yüzde 60 seviyesine kadar geldi. Bu anlamda TÜİK büyük ve önemli bir adım attı denebilir.

15 yıl boyunca sürdürülen “Resmi İstatistik” programı sayesinde kamunun değişik birimlerinde tutulan idari kayıtlar düzenlenmiş, uluslararası sınıflandırılmalar ile uyumlulaştırılmış ve bu kayıtlardan istatistik üretilir hale getirilmiştir. Halen, idari kayıt kullanım oranı açısından gelişmiş ülke istatistik kurumlarının biraz gerisinde olsa da bu gelişme yakın gelecekte meyve verecek önemli bir adım olarak değerlendirilmeli.

Dolayısıyla TÜİK’in ürettiği enflasyon, işsizlik gibi verilerde bugün için bir çarpıtma olduğu söylenemez, ancak üretilen verilerin gerçeklikle ne ölçüde uyumlu olduğu güzel, önemli ve verimli bir sorudur.

Sık gerçekleşen başkan değişimleri ve diğer idari tasarruflarla TÜİK’in güvenilirliği artık belirgin biçimde zayıflatılmış olduğu için ve özellikle Covid verileri ile alenen oynandığı için bu soruya hiç düşünülmeden ve analiz yapılmadan TÜİK manipülasyon yapıyor teşhisi konuluyor. Oysa uyumsuzluk sorunu sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın sorunu.

Bizim temel problemimiz iktisadi gerçeklik, dışımızda meydana gelen olağanüstü hızlı dönüşüm nedeniyle büyük bir altüst oluş hali içinde. Çoğu kişi açısından anaakım iktisadi kavrayışı aşırı biçimde zorlayan (bana göre yerle bir eden) bu dönüşüm pek çok açıdan elimizdeki kavram ve kategorileri de işlevsiz kıldı. Unutmamak lazım ki bizim istatistikler de bu kavram ve kategoriler üzerinden tanımlanıyorlar dolayısıyla gerçeklikle uyumları bozulmuş durumda.

"Üzgünüz Size Ulaşamadık" filmi

Örneğin yakın bir zamana kadar istihdam kalitesi diye bir problemimiz yoktu, İngiltere başta olmak üzere olgun kapitalist ülkelerde ve bu arada Türkiye’de “sıfır ücretli” iş sözleşmeleri duymamıştık (Ken Loach’un “Üzgünüz Size Ulaşamadık” filmi bu toplumsal ilişkiyi, hayaelleri ve çaışma koşullarını oldukça vurucu bir şekilde anlatır) hatta hayal bile edilemezdi.

Otomasyonun canlı emeği üretim sürecinin dışına itmekte oluşu, kamusal mülkiyet altındaki bilimsel gelişmelere dayalı olarak gelişen teknolojinin bedelsiz bir şekilde patentlenerek özel mülkiyete tabi kılınması son derece önemli gelişmeler.

En aşağıdakileri hızla dibe, en üsttekileri ise ışık hızıyla yukarı gönderen bu gelişmelerin süratlenmesine neden olan bir diğer etken ise aşırı finansallaşmadır. Finansal piayasaların önemli bir bölümünde “fiyatla değer arasındaki bağ kopmuştur”. Bütün bunlar normal kapitalist işleyiş içerisinde oluşamayacak büyüklükte ve hızda eşitsizlik üretmektedir. Bir yandan da, işsizlik ve işlevsizlik nedeniyle kentleri, ve kırları, güvencesizlik ve kalitesiz istihdam yoluyla da çalışanları etki alanına çeken yoksulluğun yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden oluyor.  

Bu büyük altüst oluş koşullarında standart işsizlik vb. gibi kavramlar artık gerçekliği yansıtmaktan uzak kalıyor. Bizim de dünyanın diğer ülkelerindeki iktisatçıların, uzman gazetecilerin yaptığı gibi gerçeklikle kopma sorununu bu bağlamda tartışmamız ve bu sorunu nasıl aşabileceğimize dair bir uzlaşma ortaya çıkartmamız gerekir.

Elimizden geldiğince, sınırlı bir alanda da olsa Medyascope’ta yayınlanan “Ağır Ekonomi” programında bunu yapmaya çalışıyoruz.

Başka sorunlar yok mu?

Türkiye için ek sorunlar da var tabii ki, 50 yıldan fazla bir süredir yüksek ve çok yüksek enflasyon oranları ile yaşayan, uzun dönem fiyat hafızası neredeyse tamamen silinmiş, çok ağır bölgelerarası dengesizlikle malül (ve uzun yıllardır bunu hiçbir şekilde tartışamayan), sosyolojik olarak dönüşümünü henüz tamamlayamamış bir ülkede uluslararası prosedürlere göre üretilmiş istatistikleri nasıl kullanmalıyız?

Dünyadaki sorunlara ek olarak bize dair sorunların istatistikler üzerinde etkisi nasıl ve ne kadar olmaktadır? Bu soruları tartışıp bir uzlaşma oluşturmamız gerekirken boş ve hiçbir şey öğrenmediğimiz, üstelik kolayca çürütülebilen manipülasyon tartışmaları gereksiz yere vaktimiz almakta, enerjimizi tüketmektedir.

GSYH meselesine hiç girmiyorum bile, sermayenin ışık hızıyla, malların ve emeğin de yüksek hızla dolaşabildiği; vergi cennetlerinde, serbest bölgelerde gösterilen faaliyetlerin, kayıtdışılığın ortasında, üstelik tamamen küreselleşmş ve hızla dijitalleşen bir dünyada ulusal sınırlara hapsedilmiş bir üretimin muhasebesi ne kadar tutulabilirse GSMH hesaplarına da o kadar güvenilebilir. Ben daha çok GDP’nin Gross Domestic Problem tanımına yakın duruyorum. 

Bir de idari kayıtların ne ölçüde sağlıklı oluştuğu ve tutulduğu tartışılabilir. Bu açıdan bakıldığında örneğin tarım başlıbaşına son derece büyük bir sorundur. Sorunun kaynağı bakanlığın idari kayıtları paylaşma ve dönüştürme konusundaki isteksizliğinden kaynaklanmaktadır.

Tüm bunları dikkate alacak olursak hanehalkından derlenen verilerin kıymeti daha net anlaşılır sanırım. Ama halen en büyük sorunumuz orta yerde duruyor: değişen gerçekliğe istatistiksel değerlendirmelerimizi nasıl adapte etmeliyiz?

 “15 yaş ve üstü 59 milyon 900 bin kişilik nüfusun içinde yer alan kadınların yüzde 73’ü işgücü piyasasının dışındadır ve dolayısıyla herhangi bir gelirleri yok” Bu ne anlama geliyor?

Bence yoksulluk esas itibariyle hane düzeyinde analiz edilmesi gereken bir kavramdır. Yani yoksul bireyler değil yoksul haneler vardır. Fakat kadın yoksulluğunun bağımsız olarak ele alımasını gerekli kılan biri hanenin diğeri toplumun içinden kaynaklanan ve birbirinin içine geçmiş iki neden vardır. Yoksul haneler incelendiğinde “hanehalkı reisi kadın olan” hanelerin yoksulluk riskinin çok daha yüksek olduğu görülüyor.

Çekirdek aile yapısı ölüm veya ayrılık nedeniyle parçalanınca büyük bir gelir kaybına uğrayan haneler hızla yoksullaşmaktadırlar. Kentlere taşınan hayat nedeniyle parçalanmış geleneksel dayanışma (bu dayanışmanın kadına maliyeti ayrıca tartışmalıdır) ağı yoksulluğun hızla derinleşmesine yol açıyor.

Bunun nedeni kadınların ekonomik bağımsızlıktan yoksun olmalarıdır. Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranları son derece düşüktür ve bu nedenle kadınların yoksulluk riski görece yüksektir. Öte yandan, kadın katılım oranının düşük olmasının temel nedeni ise eğitime katılım oranlarının düşük olması ve muhafazakâr tutumun yaygınlığı ile ilgilidir.

Genç kuşaklarda giderek etkisini kaybetmekle birlikte bu nedenler toplumsal eşitsizliğin ve ayrımcılığın çok erken evrelerde başladığını göstermektedir.

Ayrıca bu yapı, çocukların eğitime erişimini de son derece olumsuz etkilediğinden yoksulluğun kronikleşmesine yani kuşaklar boyu sürmesine neden oluyor.

Bağımlı kadın tanımı var raporda bu ne anlama geliyor? Ve Güneydoğu’da en yüksek oranda görünüyor. Bunun anlamı ne? Nedenleri daha doğrusu…

Bağımlı kadın, gelir getirici herhangi bir işte çalışmayan, yani teknik tabirle fonksiyonel geliri olmayan ve dolayısıyla hanenin toplam gelirine bağımlı kadınları ifade etmektedir. Yukarıda yoksulluk riskinin kadınlarda neden yüksek olduğunu anlatırken aslında bu kavramın etrafında dönüp duruyordum. Güneydoğu’da yüksek olmasının nedenini iyi kavrayabimek için biraz bölgeler arası dengesizliği ele almak gerekir.

Türkiye kabaca beş fonksiyonel bölgede ele alınabilir. En gelişmiş bölge “Doğu Marmara”, yani İstanbul’un doğusundan başlayıp Bursa’yı içine alan Eskişehir’e kadar uzanan coğrafya. İktisadi, sektörel yapı, işgücü piyasasının yapısı bakımından AB’nin Doğu Avrupa’lı ülkeleri ile kıyaslanabilecek seviyede bir bölgeden bahsediyoruz.

En kötü durumdaki bölge ise, benim “Doğu” diye adlandırdığım, Doğu Karadeniz, Kuzeydoğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden oluşuyor.

Bünyesinde 33 il bulunduran bu bölgede örneğin, özel sektörün üretebildiği “eğreti olmayan istihdam” sadece yüzde 10 seviyesindedir. Eğreti olmayan istihdam gelirden bağımsız, “bugün işim var, önümüzdeki ay da işimin başında olacağım” diyebilenlerden oluşan bir kavramdır. Bu haliyle “Doğu” ancak Birleşmiş Milletler Sınıflamasına “En az Gelişmiş Ülkeler” ile karşılaştırılabilir.

Bu kadar büyük bir bölgesel farklılık haliyle bölgede yaşayan kadınların daha yaygın ve derin yoksullukla karşı karşıya kalmalarına neden olmaktadır.

Sizce kadın yoksulluğu pandemiden ne yönde etkilendi?

Hiç kuşkusuz olumsuz etkilendi. Kötü etkinin iki kanaldan işlediğini söyleyebiliriz. Birincisi işgücü piyasasındaki durumları; kadınlar erkeklere göre işlerini daha kolay kaybediyorlar. Nitekim çeşitli araştırmalarda benzer bulgulara rastlamak mümkün. Bu konudaki son araştırmalardan biri olan DİSK-Ar “Covid 19 Döneminde Kadın İşgücü Raporu”nda da gerek işgücü piyasasına katılma oranında, gerek istihdam oranında kadınların çok daha olumsuz etkilendiklerini görüyoruz. Bunun nedeni kadın istihdamının nitelik olarak iki uçta yer almasıdır.

Kadınların işgücü piyasasına girebilmesi çoğunlukla eğitim seviyesinin yükselmesi ile mümkün olabiliyor.

Dolayısıyla kadın istihdamında üniversite mezunlarının oranı genel ortalamanın üzerindedir. Ama kadın istihdamının büyük bölümü bizim eğreti istihdam olarak adlandırabileceğimiz bir şekilde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, kriz anında istihdam ile zayıs bir bağı olan kadınlar işssiz hatta işgücü dışında kalıyor.

İkinci kanal ise eviçi emek konusu, Gökçe Uysal Kolaşin ev diğer yazarlar tarafından gerçekleştirilen TÜBİTAK projesinde evişleri ve çocuk bakımı konularında erkeklerin katkısında hafif bir yükselme görüldüğü ancak, erkeklerin de tüm gün evde olduğu dönemlerde ev içi işlerin halen yüzde 70’de fazlasının kadınlar tarafından yapıldığı görülüyor.

Dolayısıyla, eğer günün birinde işgücü piyasasında bir açılma olursa eviçi işlerin yine neredeyse tümüyle kadınların üstüne kalacağı aşikar. Bunun yanısıra yine Covid-19 döneminde kadına karşı eviçi şiddetin yükseldiğine dair çeşitli gözlem ve çalışmalar da yayınlandı.

Son olarak, bundan önceki krizlerde hane işsizlik nedeniyle gelir kaybına uğradığında işgücü dışında bulunan kadınların bir bölümünün gelir açığının düzeyini ve etkisini azaltmak amacıyla işgücü piyasasına girdiklerini gözlemlerdik.

Bu defa, ek çalışan etkisi ortaya çıkmadı. Covid-19 ile mücadelenin izolasyonu gerektirmesi bireyler ve haneler arasındaki temasın kesilmesine neden oldu ve bu da ek çalışan etkisini yaratabilecek kadın işgücünün iş bulma hatta arama ihtimalini ortadan kaldırdı. Dolayısıyla, yoksullukta büyük bir artışla karşılaştık.

Bizim yayınlanmak üzere olan bir başka çalışmamızda kamu müdahale etmese Covid 19 ile mücadelenin yoksulluk oranının iki kattan fazla artmasına neden olacağını tahmin ettik. Kısa çalışma ödeneği vb. gibi müdahaleler ile yoksulluktaki artışın yüzde 70 gibi bir artış gösterdiğini ve derin yoksulluğun da yayıldığını bulguladık.

2 yoksulluk senaryosu

Raporda, “Çalışma hayatı içinde yer alan 3 milyon 440 bin yoksul kadının salgından farklı düzeylerde kayba uğraması beklenen sektörlerden elde ettikleri gelirlere göre etkilenme düzeyleri senaryo 2 çerçevesinde tahmin edilmiştir” deniliyor. Bu iki senaryoyu anlatır mısınız?

Senaryo 1’de raporun yazıldığı dönemde elde edebildiğimiz bilgiler ışığında sektörel etkileri tahmin etmiştik. Sektörel katma değer üretiminde görülen değişimlere bağlı olarak o sektörde işsahibi olan bireylerin gelirlerinde bir miktar azalmayı simülasyon yoluyla sisteme dahil ettik. Senaryo ikide ise benzer etkilerin yaratabileceği istihdam kayıplarını hesaplayarak, rassal olarak seçilmiş ücretlilerin iş kayıplarına bağlı gelir azalışlarını dikkate aldık. Bu şekilde oluşan yeni gelirler üzerinden de gelir dağılımı ve yoksulluk analizlerimizi gerçekleştirdik.

Yakında yayınlanmasını beklediğimiz son çalışmamızda ise TÜİK tarafından açıklanan GSMH ve istihdam rakamlarını kullanarak “devletin müdahale etmediği”, “kısa çalışma ödeneği vardiği” ve “eğer yoksulluk açığını büyük ölçüde kapayacak şekilde doğrudan gelir desteği verseydi” şeklinde oluşturduğumuz üç senaryo çerçevesinde Covid-19 ile mücadelenin etkilerini değerlendirdik. Bu çalışmada elde ettiğimiz sonuçları Ağır Ekonominin “Büyümenin Sosyal Maliyeti” adlı bölümünde ilk kez ele aldık.

Elde ettiğimiz en çarpıcı sonuç, eğer devlet GSMH’nın sadece yüzde 1.6’sı kadar bir bütçe ile doğrudan gelir desteği vermiş olsaydı (bir karşılaştırma için, ABD yüzde 10, muadil ülkeler ortalama %3.5 harcadılar) bütün herkesi yoksulluk sınırına çok yakın bir minimum refah seviyesine taşıyabilirdik.

Bu destek ile hanelerin direnme gücünü artırmak ve küçük bir ek bütçe ile bir ay civarında tam kapanmayı gerçekleştirmek te mümkün olabilirdi. Bu ise, çok daha az hasta, daha az ölüm ve bugün için daha istikrarlı bir ekonomi, daha az yoksulluk ve daha az intihar anlamına gelir. En önemlisi, daha az hasta, hayatları pahasına en ön safta mücadele eden sağlık çalışanlarını tükenmişlik sendromu ile karşılaşmadan ve çok daha az can kaybı ile bugüne taşıyabilmemizi mümkün kılardı.

GSMH’ın yüzde 1.6’sı, yani 9 milyar dolar örneğin doları belirli bir seviyede tutmak için gerçekleştirilen operasyonda ortaya çıkan 256 milyar TL görev zararı (yaklaşık 30 milyar dolar) ile fazlasıyla karşılanabilirdi. Kamu Özel İşbirliği projelerinde verilen fahiş garantilerin sadece bir yıl askıya alınmasıyla fazlasıyla karşılanabilirdi.

Forbes’a göre Covid 19 döneminde servetlerini 35 milyardan yaklaşık 50 milyar dolara yükselten sadece 26 dolar milyarderinin 2020 servet artışlarından alınacak yüzde 60 oranında vergi ile karşılanabilirdi (bu 26 kişinin vergi sonrası servet kazancı oranı halen 6/35, yani dolar bazında yüzde 17 gibi çok yüksek bir getiri seviyesinde kalırdı).

Bütün bunlar, Covid-19 ile mücadelenin toplumsal sonuçlarını giderme konusundaki tercihleri çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Yapılabilirdi, yapılmadı…

Çözüm: "Evrensel Temel Gelir" politikası

“Toplam kadın nüfusun içinde kırılganlığı en yüksek grup gelir bakımından başkasının gelirine bağımlı, yoksul ev kadınlarıdır” deniyor raporda. Bu durumun düzeltilmesi ve kadın yoksulluğunun azaltılması için ne yapmak gerekiyor? Çözüm önerileriniz nelerdir?

Bağımlı ev kadını demek, herhangi bir geliri olmayan ve bu anşamda ekonomik olarak eşine bağımlı kadın demektir. İlk akla gelen uzun vadede ev kadınlarının işgücüne katılımını artırmaktır. Uzun yıllardır bütün dünyada aktif işgücü politikaları kapsamında kadınların istihdam edilebilirliklerini artırmak için çok sayıda mikro politika uygulandı. Açıkçası, ne Türkiye’de ne de dünyada kalıcı ve görünür bir başarı sağlandığını düşünmüyorum.

Dünyayı bilmem ama Türkiye’deki temel sorun, bizim işletmelerimizin asgari ücret seviyesinde bile ücret seviyesinde olmamalarıdır. Bu yetersizlik, eviçi emek nedeniyle görece yüksek bir rezervasyon ücretine (çalışabilmek için kabul edilebilecek asgari ücret) sahip kadınlar için işgücü talebinin oluşmasına ciddi bir engel oluşturmaktadır.

Öte yandan daha önce bahsettiğim gibi otomasyonun etkisiyle son derece zayıflayacak ve yüksek vasıflara yönelecek bir işgücü talebi ile karşılaşacak olmamız bu tip politikalarla sorunun çözülme ihtimalini düşürüyor. Peki ne yapacağız?

Benim düşüncem, süratle “Evrensel Temel Gelir” politikasına yönelmektir. Ancak bu şekilde, yani minimum refah seviyesi ile “çalışma zorunluluğu” arasındaki bağı ortadan kaldırarak bu meseleyi ve genel olarak yoksulluğun kronikleşmesini, yani kuşaklar boyunca aktarılmasının önüne geçmeyi sağlayabiliriz.

Böylece, fırsat eşitliğini yaratma konusunda da bir nebze ilerleme sağlamış oluruz. Kadın yoksulluğunu azaltma ve kadınların geleneksel bağımlılık ilişkilerinden sıyrılmalarını sağlamak için de iyi bir araç elde ederiz.

Prof. Dr. Haluk Levent hakkında

İstanbul Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde profesörü.

İstanbul Üniversitesi’nden doktora sahibi. İşgücü iktisadı, gelir dağılımı ve yoksulluk alanında çalışıyor.

Çok sayıda kitap bölümünün yanı sıra çeşitli dergilerde yayımlanmış makaleleri bulunuyor.

 

"Kadın yoksulluğunu" neden haber dizisi yaptık?

"En büyük hayalim de musluğu çevireyim bir suyum aksın, makinem olsun, çamaşırlarım dönsün, kendi kendine temizlensin. Elektrik de yok burada, çocuklar da istiyor rahat etsin ama elimizden gelen bu.

“Ben de isterim düzgün gideyim, her şey evimde olsun, ama yapacak bir şey yok. Tek oda, mutfakla tuvalet aynı yerde, zaten biliyorsunuz musluk akmıyor. Burama kadar geldi ama ne yapacaksın, elektriği mi ödeyeceksin, suyu mu ödeyeceksin, kirayı mı, mecbur, ne yapacaksın, nereye gideceksin. Elde yok avuçta yok, dört tane çocuk var.” 

Gülbahar, Şişli

Derin Yoksulluk Ağı’nın "Pandemi ve Yoksulluk” araştırmasından yansıyan cümleler, Türkiye’de pandemi ile birlikte yeniden görünür olan kadın yoksulluğunun bir kısmı. Bir kısmı çünkü bu süreçte kadınlar sadece ekonomik olarak yoksullaşmadı ev içinde artan bakım hizmetleri nedeniyle de emeğinin karşılığını alamadı. İş yükü artan kadının geliri yükselmedi, aksine azaldı.

Araştırmalar COVID-19 pandemisi sürecinde kadınların erkeklere kıyasla daha fazla istihdam kaybına uğradığını, daha fazla yoksullaştığını gösteriyor.

UNDP’nin Türkiye’de yaptığı araştırmaya göre pandemi sürecinde kadınların yaklaşık yüzde 50’si işten çıkarılarak veya ücretsiz izne çıkarılarak iş kaybına uğradı; bu oran erkekler için ise yüzde 42.

Birleşmiş Milletler’in (BM) raporlarına göre de sonuçlar benzer. Covid-19 salgını kadınlar için yoksulluk oranını önemli ölçüde artırdı ve hali hazırda yoksulluk içinde yaşayan kadın ile erkek arasındaki uçurumu daha da genişletti.

Salgından önce kadınlar için yoksulluk oranının 2019 ile 2021 arasında yüzde 2,7 azalması bekleniyordu ancak tahminler şu anda salgın ve etkileri nedeniyle yüzde 9,1’lik bir artışa işaret ediyor.

Sonuç olarak, pandeminin etkisiyle var olan toplumsal cinsiyet eşitsizlikler derinleşti ve görünmez olan kadın yoksulluğunu daha da görünür yaptı.

Türkiye’de de kadın yoksulluğu konusunda onlarca çalışma yapıldı. Bu çalışmalardan İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IstanPol) hazırladığı “Covıd-19 Salgınının Kadınların Çalışma Ve Hane Yaşamı Üzerine Etkileri” başlıklı rapor ve Derin Yoksulluk Ağı’nın hazırladığı raporlar kadın yoksulluğunun boyutlarını sadece açığa çıkarmakla kalmıyor aynı zamanda çözüm önerilerini de sıralıyor.

Haber dizimizde hem IstanPol için rapor hazırlayan Doç. Dr. Ayşe Aylin Bayar, Prof. Dr. Öner Günçavdı, Prof. Dr. Haluk Levent’in görüşlerini hem de Derin Yoksulluk Ağı araştırmacılarından Sosyolog Nilüfer Çomak’ın ve Regl Yoksulluğu'na dair de Konuşmamız Gerek Derneği'nden İlayda Eskitaşçıoğlu'nun izlenimlerini bulacaksınız.

Yorumlar
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *